8 Mayıs 2025 Perşembe

"UZUN ENVER"İN ARDINDAN...

          İstanbul’a ikinci kez artık geri dönmemek üzere gelişim 1964 yılının sıcak bir yaz gününde oldu. Haziran ya da Temmuz ayıydı. Tası tarağı toplayıp trenle bu gelişimi ilk gelişime göre daha net hatırlıyorum. Bu kez taşındığımız yer Esenler Köyü idi. Bu köyün Ayvalıdere adındaki mahallesiydi. Üç odalı, bir sofalı, bir mutfak, bir banyo ve tuvaletli ev babamın amcalarının yaptığı bahçe içinde tek katlı bir bina idi. Önünde de bir su kuyusu vardı…

          Bu evde otururken ki bu ev ilk ve orta okulda birlikte okuduğum "amcaoğlu" Cemal'lerin eviydi. Tam arkalarındaki sokakta büyüklerin “Macir” dedikleri aileler, üst tarafımızda da “Lazlar” ve “Karslılar” oturuyordu. İlk aylar çoğunluk bizim sokağa öbeklenmiş olan hemşehrilerimizin çocuklarıyla beraberdik. 

     Fotoğrafta Enver sol başta, yanında Sakip, onun yanında ortaokuldan arkadaşımız Recep, onun yanında da Bülent, Çiftehavuzlar Spor Kulübü'nde oynarlarken giydikleri formalarıyla...

         Amcaların evinin arkasında da yine iki odalı tek katlı bir ev vardı. Bu "Macirler"den bir ailenin eviydi. Evlerinin önünde sarışın ince yapılı, uzun boylu, rahat tavırlı bir çocuk dikkatimi çekiyordu. Çekmesinin nedeni de tahtadan yaptığı bilyeli bir pateni vardı. Onun üzerinde akrobasi hareketleri yapıyor, bir yandan da ilk defa duyduğum bir şarkı mı desem bir türkü mü desem çözemiyordum, ama tekrarla şöyle diyordu: “Abidik gubidik tivist!”

         Bu çocuk neşeli mi neşeli… Unutuyordum, okullar yaz tatilinde olduğu için saçı da biraz uzundu. Alnının üzerinde sağ ya da sol taraftaki saçlarının bir bölümü inek yalamış gibi arkaya doğru dikiliydi. Bu saç şekli ve “Abidik gubidik” sözleri eşliğindeki dansı yıllar geçmiş olmasına karşın hâlâ gözlerimin önündedir.

         Günler bir birini kovaladı yaklaşık iki ay sonra bulunduğumuz sokağın hemen alt tarafında 100 metre ya var ya yok, iki barakadan ibaret Ayvalıdere İlkokulu’na başladım. Okula başlayınca ben içime kapandım. Okul ve sınıf öğrencileri her yöreden çocuklarla doluydu. Çoğu Boşnak-Arnavut-Laz-Kürt, Erzurumlu, Malatyalı, Sivaslı, Giresunlu ve Karslı idi. Enver'de bizim sınıftaydı. Sınıfa ve okula uyum konusunda sıkıntı yaşıyordum. Hırçın ve asabi çocuk gitmiş süt dökmüş kedi gibi sakin, olan biteni izleyen birisi olmuştum.

         Sınıf başkanı benden 5-6 yaş büyük memleketlimiz Pakize olmasına karşın, ürkekliğim kaybolmuyordu. Sınıf öğretmenim Trabzonlu Mithat Küçükömeroğlu idi. Yüzü geçirdiği hastalıktan olsa gerek biraz “poturlu” gibiydi. Ama çok iyi öğretmendi, öğrenciye bir fiske vurduğunu hatırlamıyorum..


         Belki asıl anlatmak isteğim konuya gelmemi biraz uzatıyorum, daha önceki yazılarımda benzer konulara değinmiştim, ama bağışlayın...

         Şimdi beni iki gün önce çok üzen, ancak uzakta olduğum için son görevimi yapamadığım, ilkokul, ortaokulu birlikte okuduğum “Abidik gubidik” diye dans ederken hafızama kazıdığım arkadaşıma geleceğim.

         İlkokulda da ortaokulda da tüm arkadaşların, mahallelinin “Uzun Enver” dedikleri Enver Bektaş’ı kaybettik. Hem de lanet mide kanseri hastalığından… Uzun zamandır İstanbul’dan uzak olduğum için hastalığını bilmiyordum. Oysa hemen karşı binasında ailece görüştükleri bir akrabam oturuyordu, o da beni haberdar etmedi. Haberi veren ilkokuldan ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan oldu. Çok üzgünüm…

         Uzun Enver’le ilkokuldan sonra birlikte ortaokula gittik, birlikte üzüldük, birlikte sevindik. Lisede yollarımız ayrıldı. Yıllar sonra Doğu Spor Kulubü’nde “Cosmos”lu olarak top koşturduk. İyi yönetici oldum, ama iyi bir futbolcu hiçbir zaman olamadım. Sahada yetenekli değildim..

         Enver, 1980’lerde dedemin, dayımın çalıştığı Davutpaşa Askeri Fırını’nda çalışmaya başladı. Ben ise “Gazetecilik Okulu”nda eğitimime devam ettim. Uzun Enver’le bu kez siyasi görüş olarak yakınlaştık. Mahallemizde “faşistlerin” örgütlenmemesi ve hakim olmaması için verilen mücadeleye aktif olmasak da kendimizce destek vermeye çalıştık.

         Zira çalıştığı iş yeri bir askeri fırındı, aktif bir mücadele vermesi mümkün değildi. Sohbet ortamlarında bulunurduk. Spor kulübünde yöneticiliği bıraktığımın ertesi ayında 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu.

                                           Doğu Spor B takımı sporcuları ve yöneticileri         

        Çok iddialı bir kulüp haline getirdiğimiz Doğu Spor'la Güngören Belediyesi sınırları içinde kalan spor kulüplerinin katıldığı “kupa maçları”na katılırdık. Maçlar çok çekişmeli geçerdi. Bütün kupa maçlarında liderliği korurduk, ancak Güngören’e uzak Esenler’e daha yakın olan mahallemizi ve takımın başarısını kabullenemeyen takımlar, kavga çıkartarak bizi kupadan eletirlerdi. 

         Güngören Mezarlığı ve Güngören Ortaokulu önündeki toprak sahada yaptığımız bir kupa maçında büyük bir faciaya ramak kalmıştı. 12 Eylül öncesi ve sıkıyönetimin olduğu bir aydı. Askeri birlik saha kenarında karargâh kurmuştu. Maçı da birliğin başındaki yüzbaşı hakem olarak yönetiyordu. Her maçta olduğu gibi yine 3-0 maçı galip olarak götürürken, saha içinde rakip oyuncuların, oyuncularımıza yaptıkları hakaret ve küfür nedeniyle maç tamamlanamadı. Saha karıştı, kimin kime vurduğu belli değildi. Yabancı bir sahada mücadele ediyorduk.

         Biz mahalle ve takım olarak bir kamyon, iki otomobille maça gitmiştik. 50-60 kişi ya var ya yoktuk. Ama rakip takım taraftarı bizim sayımızın çok çok üstündeydi. Yüzbaşı ve askerler olmasaydı, belki de bir kaçımızı linç ederlerdi. Sahaya ha bire takviye kuvvet rakip takım taraftarı geliyordu. Yüzbaşı, Doğu Spor taraftarlarını askerler eşliğinde kamyonun üstüne çıkarttı. Çok acele bir şekilde yola çıkmamızı, daha doğrusu oradan hızla uzaklaşmamızı sağladı. Ben de biri dizinde yaralı, biri de dudağında yaralı iki arkadaşımla Haseki Hastanesi’nin yolunu tuttum…

         Sonra ne mi oldu? Sonra bu maçta oyuncularımıza küfür edip kavga çıkaranlar kime ve neye güvenerek anlamış değilim, bizim komşu takım olan Çiftehavuzlar Spor Kulübü’nün sahasına geldiler. İyi futbolcu transferleriyle çok güçlü bir spor kulübü haline getirdiğimiz Doğu Spor sahasının “tribünleri” tıklım tıklım doluydu.

         Bir haber ulaştırıldı; “Güngören sahasında kavga çıkaranlar, Çiftehavuzlar sahasına gelmiş!”. Bu haber duyulur duyulmaz oyuncular da seyirciler de maçı bırakıp, Çiftehavuzlar sahasına koştuk.

         Maçın bitimine de çok az süre vardı, gençler maçın bitimini bekledi mi? Beklemedi mi? Tam hatırlamıyorum, abluka altındaki saha karıştı. Bir taraftan biz yöneticiler, bir taraftan da Çiftehavuzlar Sporu Kulübü yönetici ve seyircileri olayın büyümemesi için mücadele ediyorduk, ama gençleri tutmak ne mümkün!

         Saha karıştı… Güngören sahasında kavga çıkaran üç kişiden bir tanesi Beşiktaşlı ünlü bir sporcunun kardeşiydi. Bu üç oyuncu saha içinde kovalanmaya başlandı. Yakaladıkları anda hırpalıyorlar, kurtuldukları anda da kovalıyorlar. Beşiktaşlı ünlü futbolcunun “Faşist kardeşi” yediği dayaktan kurtulamayacağını anlayınca kendisine yere attı, baygın-ölü numarasına yattı. Yönetici olduğum için kavganın bir an önce bitmesine uğraşıyordum. Birisinin ölümü hepimizi üzerdi ve yeterince bir ders verilmişti. Yerde yatana vurmaya çalışanları engellemeye çalışırken, baygın numarası yapan birden kalkıp koşmaz mı! İyi numara yapmıştı, bu numarası canını kurtardı. Diğerleri de koruma altına alınarak, büyük bir facianın yaşanması engellendi.

         Buraya kadar hikaye yazdığımı düşünebilirsiniz! Ama asıl sorun bundan sonra yaşandı. Ben bu arada Gazetecilik Okulu’ndan mezun olmak üzereydim, bir dersim kalmıştı. Ekim ayında yapılacak sınavımı bekliyordum.

         Hem okuduğum hem de Merbolin Boya Fabrikası’nda muhasebe elemanı olarak çalıştığım için, buradaki “Yardımlaşma Sandığı” başkanlığını da yürütüyordum. Doğu Spor Kulübü’nde iki yıl yöneticilik yaptıktan sonra bir daha aday olmadım. Ağustos ayında görevimi bıraktım.

         Derken, 12 Eyül 1980 faşist darbesi gerçekleşti. Darbenin ilk haftası biterken ev baskınlarından bizler de nasibimizi aldık. Nasip alanlar kimler mi? İşte Çiftehavuzlar Spor Kulübü sahasında kavga çıkaranlar! Uzun Enver, Süleyman, Cemil başta olmak üzere bir sürü isimle polis ve askerler kapımıza dayandı. Oysa ben ve Enver kavgayı ayıran insanlardık. Cemil'in ise bırakın saha kenarında maç izlemesi, futbolla pek arası yoktu..

         Kavgaya karışan başka bir Süleyman’dı, ama onlar korkudan böyle bir çocukları ve kardeşleri olmadığını inkar edince bizim kapıya geldiler. Çok ilginç olan bir durumu da söyleyeyim. Asker ve polisler, beni bulunduğum evimizin üçüncü katında almaya gelmeden önce alt katımda oturan babamı uyandırarak, operasyona başladıklarında ben kapımızın önüne yakın bir yerde park eden ve çalışır vaziyette duran minibüsü fark etmiştim, önce kalkıp giyineyim muhtemelen beni alacaklar diye bekliyordum. Zira o sıralar mahallede üniversitede okuyan sayılı öğrencilerden biriydim, belki de tektim.

         Okulum sol görüşlü öğrenci arkadaşların hakim olduğu bir okuldu. İçimden “bunlardan bir tanesi yakalandı, benim adımı verdi” diye düşünerek yatağa tekrar uzandım.

         Benim bulunduğum kata çıktılar, odamın kapısı açık mıydı? Açtılar mı? Bilmiyorum.. Yüzbaşı önde babam yanında, sivil polisler ve askerler odama daldılar. Yüzbaşı kibar davranıyordu; “Süleyman Boyoğlu sen misin?” diye sorunca “evet” dedim.  “Giyin gidiyoruz” diye söyleyince babamın ne kadar perişan bir hale geldiğini anlatamam…

         Ardından sivil polislerden biri; “Senden başka Süleyman Boyoğlu var mı” diye sordu. Ben de; “Var, hem de üç tane daha var. Birisi İzmit’te birisi tam bizim evin karşısında, birisi de iki ev altımızda oturuyor” der demez, benim odaya doluşan sivillerden bir kaçı alelacele merdivenleri inip gözden kayboldular.

         Annemin-babamın üzgün bakışları altında merdivenleri inip sokak kapısına çıkarıldım, sokak kapısı önünde bekleyen minibüse bindirildim. Minibüsün içine hamle yaparken ne göreyim? Minibüsün en arka koltuğunda benim can dostum, arkadaşım “Uzun Enver”, diğeri de Pancar Motor Fabrikası’nda iş yeri temsilciliği yapan, Enver’lerin evinin karşındaki tek katlı evde yaşayan ortaokuldan arkadaşım Saniye’nin ağabeyi Cemil Akova…

                METRİS YOLCULARIYIZ

          Enver ve Cemil’le hiç konuşmadan minibüsün içinde kurbanlık koyun gibi beklerken, bizim evden yıldırım hızıyla çıkan polislerin dört kişiyle birlikte minibüse doğru alttan yukarı geldiklerini gördük. Hem de birini hırpalayarak getiriyorlardı. Bu kişi aynı soyadı taşıdığımız Kahveci Vahit amcaydı. Adamcağıza nasıl muamele ettilerse adam şaşırmış ha bire tekrarlayıp duruyor; “Biz evde ona sarı diyoruz. Onun siyasetle işi yoktur!” diye dövünmesi işe yaramıyordu. Kendisiyle birlikte üç kardeşini daha getirip minibüse tıktılar.

         Ha bu arada unutuyordum, bizim evi basanlar bana bir sürü isim sıraladılar… “Ali’yi tanıyor musun?” dediler. “Babamın amcası var ama Rıza’sı da var” dedim. “Mahmut’u tanıyor musun?” dediler, “Babamın adı” dedim. Daha birkaç isim saydılar "bilmiyorum, tanımıyorum" deyip geçiştirdim.

         Minibüs daha dolmamıştı, aşağı sokağa indik. Aşağı sokak dediğim de ilk ve ortaokulda okuduğum okulun karşısındaki sokak… Buradan ortaokul arkadaşım Dursun’un kardeşi Ali ile yine ortaokuldan arkadaşım İhsan’ı da aldılar, Esenler Karakolu’nun yoluna koyulduk…

         Geceyi karakolda geçirdik. Ama nezarette nefes alacak ne bir hava ne de yer vardı. Sabaha kadar ayakta bekletildik. Sabah olunca yine polis minibüsüne iteklediler. Nereye götüreceklerini ne yapacaklarını kestiremiyorduk, artık tam kurbanlık koyunlar gibiydik. Mecidiyeköy’ü geçtikten sonra Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne Birinci Şube’ye götürüleceğimizi anladık.

         Burada parmak izleri ve fotoğraflarımız çekilip fişlendikten sonra tekrar Esenler’e oradan da Metris Askeri Kışlası’na, hani sonradan; “Şu Metris’in önü bir uzun alan” türküsünün yakılmasına sebep olan birçok solcunun işkenceye tabi tutulduğu, açlık grevlerine gittiği yere götürüldük. Sadece evlerinde yapılan aramada bir sol bildiri çıkan Ali’yi bizden ayırdılar. İçimizden; "Ali yandı, mahvoldu" dedik. 

         Burası bir “Topçu Kışlası” idi. Bizim gittiğimizin ikinci günü bazı sendikacılar ile başka şüpheliler de getirildi. Getirilmeye de devam etti.

         Karakolda ve Metris’teki tutsaklığımız sırasında Enver, Cemil ve ortaokuldan arkadaşım İhsan’la vereceğimiz ifadelerde; “Birbirimizi tanımadığımızı” söylemeye karar verdik, ama bana çok saçma gelmişti, böyle bir ifadeye başvurma düşüncemiz. Neyse bu kararı ifadeye götürülmelerimizde korkmakla birlikte uyguladık. Böyle düşünmemize neden de üç kişi birbirimizi tanıdığımızı ifade edersek bizi “örgüt mensupları” diye damgalayıp, uzun süre sorgusuz sualsiz hapis yatırmalarındandı…

         Mahalleden genç bir kardeşimizi daha almışlardı, kendisini tanımıyordum. Karakolda ve Metris’te tanıdım. Bu yiğit liseli kardeşimizin adı Musli idi. Bu Musli kardeşimize her ifadeye götürdüklerinde işkence yapıyor, cinsel organından ve çeşitli yerlerinden elektrik verip getirip koğuşa atıyorlardı.

         Unutamadığım bir devrimci öğretmen daha vardı. Adı Ekrem Özdamar’dı. TKP'li Ekrem hoca Karadenizli yiğit bir devrimci öğretmendi. Ufak tefek, atletik vücutlu bu öğretmen kardeşimiz, ifadeye götürüldüğünde sorgucularla “devrimcilik ve sosyalizm” konusunu tartışıyorlar, sonra da işkence yapıp karga tulumba ranzadaki yatağına getirip atıyorlardı.

         Ama bizim Karadenizli öğretmenimize ne kadar “Ekrem hoca sen niye bunlarla sosyalizmi tartışıyorsun? Bak sana işkence yapıp, elektrik verip gönderiyorlar” dediğimizde inadından vazgeçmiyor yine tartışıyordu... 

          ÇOCUĞUNUN FOTOĞRAFA BAKIP AĞLIYORDU 

Gözaltında tutuluyorduk, mahkemeye çıkarılacak mıydık? Metris’ten salıverecekler miydi? Bilemiyorduk. Hepimiz çok gergindik, bir gün hamama götürüldük. Genellikle musluktan akan soğuk suyla kafamızı yıkıyorduk.

Gündüzleri çok gergin geçiriyorduk, kimin işkenceye alınacağı endişesiyle gün boyu bekleşip duruyorduk.

         Enver ve Cemil’le bizim isimlerimizi kimin polise ya da sıkıyönetime bildirdiği konusunda yorumlar yapıp durduk. En sonunda Cemil’in sendikacı olmasından dolayı gözaltına alındığına, benim isim benzerliğinden, Enver’in de “solcu” diye mahallenin faşistlerinden biri tarafından ihbar edilmesinden gözaltına alındığına kanaat getirdik. Ki bu faşist, Güngören sahasında kavga çıkaran üç futbolcuya güvence vererek, Çiftehavuzlar sahasında oyun oynamaya ikna ederek getirdiğini de öğrendik.

         Evet, benim gözaltına alınmam için bir süre neden sıralanabilirdi. Çiftehavuzlar sahasındaki kavgada ortamı yatışmak için bulunmam olabilirdi. Başka da üniversitede okuyordum, solcu arkadaşlarım vardı. Ancak işlediğim bir suç yoktu. Tek suçum Vahit amca ve kardeşlerinin kendi Süleyman’larını inkar etmeleri olsa gerekti. Çünkü maç kavgasına karışan oydu. Bir de polis tarafından isimleri bana sorulan Ali ve Mahmut vardı. Ama Mahmut gözaltına alınmadı.

         Üç hafta Metris’te tutulduk, sıkıntılı günlerdi. Bu sıkıntı ve üzüntüyü en çok yaşayanlardan birisi Uzun Enver’di. Enver yeni baba olmuştu; her oğlunun fotoğrafını cebinden çıkarıp baktığında gözleri dolar, sicim gibi yaşlar dökerdi…

         Daha uzun süre tutacaklarını zannettiğimiz Metris’te 20 gün sonra bizi tekrar Esenler Karakolu’na sevk ettiler. Oradan nereye gideceğimizi ne olacağımızı düşünürken, Enver’in eniştesinin tanıdığı bir binbaşı karakoldaydı ya da geldi. Bizi tekrar minibüse doldurdular, adını bilmediğim bu cesur binbaşı; “Size Gayrettepe’de işkence yapabilirler” deyip o da Gayrettepe Birinci Şube’ye geldi. Şubedeki bazı işlemler tamamlanıp çıkana kadar Birinci Şube’nin karşısındaki küçük bir kulübenin önünde bekler bulduk. Bu kahraman Binbaşı’ya selam olsun…

         Tekrar karakola geldik, karakolda komiser yardımcılarından biri bana; “Bir ihbar daha geldi. Sizin eve ikinci gün bir daha gittik. Arama yaptık. Bazı teksirlere el koyduk. İnceledim baktım bir şey yok yırtıp attım” dedi.

         Merak ettim birkaç kitabın bulunduğu kitaplıkta hakikaten teksir olarak basılan bazı derslerin notlarının alındığını fark ettim. 

         ÜZÜLDÜĞÜMÜZ ALİ BİZİ KARŞILADI

          Bu arada, bize Metris’te her ifadede; “Ali Yorulmaz’ı tanıyor musun?” dediklerinde korkudan tanımıyoruz dediğimiz Ali, Namık Kemal Mahallesi’nin girişinde bizi karşılayanlar arasında görmeyelim mi? Küçük dilimizi yutacak gibi olduk. Uzun Enver, Cemil, İhsan’la, “Ali ceza evine tıkılmıştır. Ali’yi kolay kolay bırakmazlar. O sol bildiri onun başını yakar” dediğimiz Ali bizi “geçmiş olsun” dilekleriyle karşılıyordu… Oysa Ali, götürüldüğü Selimiye Sıkıyönetim Komutanlığı’nda savcı tarafından ifadesi alındıktan sonra aynı gün salıverilmiş..

                                     Enver ile Esenler Ortaokulu'ndaki arkadaşları

        İşte böyle… Sizleri 45 yıl öncesine götürdüm. Bazılarınız sıkılarak, bazılarınız üzülerek bu satırları okuyacaksınız. Ama benim üzüntüm ve acım çok büyük. Yıllar sonra Esenler Ortaokulu ilk mezun (1970-71) öğrencileriyle 10 Haziran 1995 tarihinde bir araya geldiğimiz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’ndeki toplantıya hepimizin “Uzun Enver”i de gelmişti. Bu toplantıya hayatta olan öğretmenlerimiz de katılmıştı. Ortaokul anılarını paylaşmış, birlikte fotoğraflar çekmiştik. Ne yazık ki 6 Mayıs Salı akşamı İstanbul’dan çocukluğumuzun geçtiği mahalleden ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan’dan Enver’in kara haberini aldım.

Sakip, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asıldığı günün gecesi Enver Bektaş (Uzun Enver) kardeşimin, arkadaşımın ölüm haberini verdi. Ne diyeyim, söyleyecek bir söz bulamıyorum. Enver'in çocukken söylediği; "Abidik gubidik" bir dünyada yaşıyoruz.. Eşine, oğluna ve kızına sabırlar diliyorum…

(Süleyman Boyoğlu)

4 Mayıs 2025 Pazar

SIRRI SÜREYYA'NIN VASİYETİ...

 

        Bilinci kapalı bir şekilde 15 Nisan Salı akşamı İstanbul’da Florence Nightingale Hastanesi’ne kaldırılan ve aort damarının yırtıldığı belirlenerek ameliyat edilen TBMM Başkan Vekili ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 18 gün yoğum bakımda kaldıktan sonra kurtarılamadı, 3 Mayıs Cumartesi günü yaşamını yitirdi.

Sırrı Süreyya Önder’i İstanbul’da gazetecilik yaptığım yıllarda yakından tanıma şansım olmadı. Ancak, sanırım 2009 yılıydı Ülke Tv’de yayınlanan; “Meksika Sınırı” programında kendisini tesadüfen izledim.

Bu programdaki sohbetlerinin bir yerinde konu edebiyata, şiir ve müziğe geldi. Sırrı Süreyya, sözlerini Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Yummayın Kirpiklerini” ağıdına takılıp kaldı. Bu şiirdeki sözlerin ve bu sözlere uyarlanan bestenin kendisini çok etkilediğini, her dinlediğinde duygulandığını belirtti; “Vasiyetimdir, ölürsem beni bu ağıtla uğurlasınlar” dediğinde ben de çok duygulandım ve hiç izlemediğim bir kanala çakılıp kaldım. Programı sonuna kadar izledim.

Bu duygusallığı belki uzun yıllar yattığı mahpusluk günlerinden mi? Çocukluğunda yaşadığı yoksulluktan mı? Yoksa babasını erken kaybetmesinden mi? Bilmiyorum, ama ilk mahpus olmasına neden 1978’de Maraş’ta gerçekleştirilen katliamı protesto etmesiydi. 1980 sonrası da Sırrı Süreyya hapse düştü. Hapiste daha çok okuyarak, dinleyerek, kendisini yetiştirdi, çıkınca Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki eğitimine devam etti. Sosyal, kültürel konulara daha çok eğildi, Beynelmilel filmiyle ünlü oldu, ardından siyasete atıldı. Önder’in espritüel ve hoş görülü yapısının her kesimde ilgi ve dikkatle izlenmesi benim de hep dikkatimi çekiyor, sempati duymama neden oluyordu.

Şimdi tekrar Ahmet Kutsi Tecer’in sözlerini yazdığı ağıda dönüyorum. Aynur Doğan, Sevcan Orhan gibi sanatçılarımızın çok güzel yorumladığı o ağıdın sözlerini aşağıda yazıyorum:

Bir sonsuz rüyaya açılmış gözler

Yummayın yummayın kirpiklerini

Kim ondan daha çok hayatı özler

Çağırın çağırın sevdiklerini

     Ben de bu ağıdı yüreğim yanarak çok dinledim, hâlâ da dinlerim. Sırrı Süreyya’yı bilmem, ama her dinlediğimde bana babamın ölümünü hatırlatır. Niye mi? Anlatayım… 1980 darbesi ve sonrasında çok sıkıntı çeken bir aileyiz. Benimle başlayan ilk gözaltı, ardından kardeşimin aranması nedeniyle sık sık evimiz basılır, ben ve kardeşlerim gözaltına alınır bırakılırdık. Bu süre zarfında otoriter ve gururlu bir insan olan babam kanser hastalığına yakalandı.

Emekli ikramiyesinin büyük bir kısmını mide kanseri olan babamın iyileşmesi için tükettik. İki yıla yakın bir süre (ki öleceği son sabaha kadar) bu hastalığı yeneceği inancını koruyarak yaşadı. Gelin görün ki yaşama umudunu hiç yitirmeyen babam sadece hastalıkla cebelleşmiyor, ev baskınlarına gelenlerle de mücadele ediyordu. Aranan kardeşim vardı, onun yerini öğrenmek için ben ve bütün kardeşlerimi toplayıp götürüyorlar, birkaç hafta ya da bir gün “misafir” edip bırakılıyorlardı.  

Bir keresinde evde olmadığım bir gece yine evimiz basılıyor. Kapıyı açmaya kimse cesaret edemeyince 35 kiloya kadar düşen ve bir deri bir kemik kalan babam güç bela ayağa kalkarak açma cesaretini gösteriyor. Korkutmak ve aranan oğlunun yerini öğrenmek için babama; “Yerini söylemezsen seni götürürüz” tehdidinde bulunuyorlar. Her zaman emniyet güçlerine saygılı davranan babam artık isyan ediyor;  “Götürün bakalım bu halimle bana ne yapacaksınız?” diyebiliyor, onurlu ve gururlu babam…

Ailemle ilgili bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Babamı 9 Haziran 1982 tarihinde İstanbul’da kaybettik. Evimizin üçüncü katında babam sabaha karşı hayata gözlerini yumarken, ikinci katta uyuyan ben, büyük halamın çığlığı ile yukarı kata fırladım. İlk kez bir ölüm görüyordum, hem de babamın ölümünü…

Ne yapacağımızı bilemedik, şaşkındık… Ne gözlerini kapamak ne de çenesini bağlamak aklımıza gelmedi. Konu komşu, akraba, iş yerinden arkadaşları babamı uğurlamaya geldiler. Babam gözleri, ağzı açık şekilde evimizin önündeki küçük bahçede yıkanıyordu. Son bir kez daha görmek istedim. Bakmaz olaydım, değişen bir şey yoktu; gözleri kapanmamış, ağzı açık yıkanıyordu. Sadece çenesi bir bezle kapatılmaya çalışılmıştı o kadar…

Komşular ve tanıdıkların kendi aralarında fısıltı halinde konuşmalarını duyuyordum; aranan kardeşimin hasretiyle gözünün “açık gittiğini” söylüyorlardı.

İşte böyle bu satırları yazarken yine gözlerim dolu, Sırrı Süreyya’nın “Ölürsem arkamdan ‘Besbelli üşütür kara topraklar, Yummayın yummayın kirpiklerini’ çalsınlar” ağıdı aklıma geldi.

         Merak ediyorum, bakalım 4 Mayıs Pazar günü Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa sırlanacak olan Sırrı Süreyya Önder’in bu vasiyeti yerine getirilecek mi? Bekleyip göreceğiz…

(Süleyman Boyoğlu)

28 Şubat 2025 Cuma

PARİS'TE BİR OLTACI!

            Türkiye'deki dilencilerimiz görmesin! Biliyorsunuz Paris modanın merkezidir. Ama yukarıda fotoğraftaki kişi, giyim konusunda değil de "kibar dilencilik" konusunda bütün ülkelerin dilencilerine örnek olacak bir yöntemle oltasına takılacak balıkları, düzeltiyorum insanları bekliyor(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

 

27 Şubat 2025 Perşembe

İSVİÇRE-BASEL FOTOĞRAFLARI...





                                           (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
 

2 Ocak 2025 Perşembe

GEREME'DE BİR BALIKÇI...

                                                    (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                                                           

28 Aralık 2024 Cumartesi

BİR ZAMANLAR BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ...

 


                                                    (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

12 Eylül 2024 Perşembe

GÖÇMENLERİN GÖZDESİ ANADOLU...

                                                     

                                                                (Orhan Koloğlu)

İnsanlar genelde daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için bulundukları kıtayı, ülkeyi terk ederek başka yerlere göç ederler ki bu kendi rızalarıyla olur. Bundan başka savaşlar, din ve mezhep kavgaları, kan davaları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar da olur…

Gazeteci-yazar-tarihçi Orhan Koloğlu ustayla sohbetlerimizin çoğu “kavimler kapısı” olarak nitelendirilen bizim de üzerinde yaşadığımız Anadolu yarımadasıyla ilgili olurdu. Kafama takılan soruları kendisine yöneltir, yanıtlar alırdım.

Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarındaki kalkınma ve yatırım hamlelerinin neden sonraki yıllarda gerilediği, neden engellendiği üzerine anlattıklarını can kulağı ile dinledim. Bir gün yine konu Anadolu’ya göçlere geldi. Bana; “Madem sen Anadolu’ya göçler ve göçmenler konusuna bu kadar meraklısın, ben sana bir yazı hazırlayıp getireceğim” dedi ve bir süre sonra uzunca bir yazıyla birlikte görev yaptığımız Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne (TGC) getirdi verdi.

Getirdiği bu yazının üzerinden çok zaman geçmeden ABD öncülüğünde Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Arap ülkeleri karıştırıldı. “Arap Baharı” diye adlandırılan projeyle ABD ve öteki emperyalist ülkeler, Arap ülkelerinin insanlarını bir birine kırdırdı. Fas, Tunus, Cezayir, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde iç karışıklık yaratıldı. Kan gövdeyi götürdü… Milyonlarca insan yaşamını yitirirken, yine  binlerce insan göçe zorlandı.

Bu karışıklık Türkiye’de çıkarılmadı-çıkarılamadı, ya da sıraya konmuştu, ancak en çok etkilenen ülkelerin başında geldi. Suriye sınırı adeta açıldı, savaştan kaçan-etkilenen insanlar çoluk çocuk Türkiye’yi boyladı.  

Suriye’den savaştan kaçan ya da kaçmak zorunda bırakılan insanlar yetmiyormuş gibi, Afganistan, Pakistan, İran, Irak gibi ülkeler yanında Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkelerden kaçıp, İran sınırını elini kolunu sallayarak geçip gelenler de oldu. Şimdi kimilerine göre 10, kimilerine göre 15, kimilerine göre de 17 milyon göçmen ve savaş mağduru her milletten insan şu an Türkiye’de…

Bunların arasında ne kadarı terör örgütleriyle bağlantılı ne kadarı masum halk bilinmiyor. Ama bilenen bir şey var ki Türkiye artık bu göçmenleri ve onların sorunlarını kaldıramıyor…

Şimdi aramızda olmayan O. Koloğlu ve Adnan Genç'le yaptığımız bir toplantı fotoğrafı. (Fotoğraf: Ali Kılıç)

Şimdi aramızda olmayan Orhan Koloğlu’nun aşağıda benim okumam ve bilgilenmem için getirdiği yazıyı yıllar sonra siz okurlara sunuyorum:

Göç, yani yaşanan yeri değiştirme sözcüğünden iki tür eylemci belirir: Göçer ya da Göçebe denilen, sürekli yer değiştirerek yaşayanlar ve Göçmen ya da Muhacir denilen, bir başka yere devamlı yerleşmek için hareket edenler.

Birinciler kendi tercihleri olan yaşam tarzı ve koşullarının sonucu, uygarlığın gerekli kıldığı kültür üretmede sınırlı kalırlar. İkincilerin hareketliliğinde ise bazen daha iyi yerleşim koşullarına sahip yer ihtiyacı; bazen de dışarıdan başka toplumlardan gelen zorlamalar sonucu, yurdunu terk etme mecburiyeti rol oynar.

Anadolu’nun tarih boyunca her iki grubun da gözdesi haline gelmesinde, aranılan farklı koşulların bu yarımadada bulunması başlıca etkendir. Göçerler genellikle hayvan besleyip üreterek yaşarlar. Toprağı ekmez, aksine doğanın kendi kendine ürettiği bitkilerle sürülerini besler ve ihtiyaca göre yeni otlaklara yönelirler. Yazın yaylalara çıkıp, kışın ovalara inmek bağımlılığıyla sürekli yer değiştirirler. Bu koşullara uygun yerleri çok olduğundan Anadolu gözdeleridir.

Göçmen olmak zorunda kalanlar ise genelde toprağı eken, mahsulünü almak için başında bekleyenlerdir. Bu üretim ve bekleme yeni satanların, mesleklerin, kültürlerin belirmesini, dolayısıyla uygarlaşmada yeni aşamalara erişilmesini kolaylaştırır. Anadolu, üretim, hem de çeşitli üretim yapılacak bir coğrafya ve iklim şartlarına sahip olduğundan en eski çağlardan beri bir uygarlık merkezi olmuş ve bu yaşama ilgilenenleri çekmiştir. Örneğin, Mora Yarımadası ve Ege Denizi bölgesinde yaşayan Greklerin de zamanında yerleşikliğe değer bölge sayarak Anadolu’ya göçtükleri bilinir.

Orta Asya’dan Moğol saldırıları sonucu göçe zorlanan Türklerin batıya yönelmeleri sırasında aralarında bu iki türden de gruplar bulunuyordu. Göçer kalmayı yeğleyenlerin daha çok İran bölgesinde kaldıkları ve 15-20. yüzyıllar arasında hüküm sürdükleri bilinir. İran’daki göçer Türklerin Anadolu’daki Türklerle sürekli savaşmasının kökeninde en çok Sunni/Şii çekişmesinin bulunduğu ileri sürülmüştür. Oysa kanımızca, asıl karşıtlık yerleşik/göçerlik sorunundan ileri geliyordu. Osmanlı kanunlarında göçerliği engelleme çabasının ağırlık taşıdığı bilinir. İran’dakiler, Şiiliği yayarak Anadolu’yu ele geçirmeye çalışmışlardır. Yani dini siyaset için araç olarak kullanmışlardır. Buna karşılık Osmanlı, Sunnilikle fazla bağdaşmayan Aleviliğe, siyasete burnunu sokmadıkça karşı çıkmamıştır. Osmanlı askeri gücünün temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşiliğe bağlı sayılması da bu tezi destekler.

Selçuklu ve Osmanlı’yı oluşturan göçmen Türk’lerin, Hıristiyan nüfusu çoğunlukta olan Anadolu’ya girdiklerinde, azınlıkta olmalarına rağmen yerli halkla uyuşum içinde kalmayı yeğlemeleri, yerleşikliği ilke kabul ettiklerini gösterir. Bunun simgesi Mevlâna olmuştur. Öyle ki, çok daha azınlık olarak girdikleri Balkanlardaki göçmenleri de Moğolların aksine yerleşikliğe yönlendirdikleri gerçektir. Balkan halklarının dillerinde ev içi yaşamına ait sözcüklerin genellikle Türkçe kökenli olması bunu kanıtlar. Arnavutçaya 4 bin 500 sözcüğün Türkçeden geçmiş olduğu, diğer Balkan dillerinin her birinde de en az biner Türkçe sözcük bulunduğu biliniyor. Açıkçası, tıpkı Türklerin kendilerinden önceki ileri kültürlerden (Fars, Arap, Bizans) yararlanmaları gibi, yerleşiklikte ileri bir düzeye varan Selçuklu ve Osmanlı’dan da birlikte yaşadıkları cemaatler etkilenmişlerdir. Hiçbir zorlama olmadan gayrı-Müslim Balkan halklarının yüzde kırkından fazlasının zaman içinde Türk örneğine özenle Müslüman oldukları bir tarihi gerçektir. Bütün Avrupa dillerinde 14. yüzyıldan itibaren Müslüman olana, hatta olmasa da onunla birlikte yaşamayı uygunsuz bulmayana “Türk oldu” denmesi de bu etkileşimim kabul edildiğinin en belirgin kanıtıdır.

Osmanlının çağdaşlaşmada geri kalması ve Avrupa devletlerinin büyük teknolojik ilerlemenin yanı sıra bütün dünyaya hakim olacak bir güce kavuşmasının devamı olarak 19. yüzyıldan itibaren sıra Yakın ve Ortadoğu’nun sömürgeleşmesine gelince, Anadolu tekrar, ama bu kez dönüş yeri olarak göçmenlerin gözdesi oldu. 1774’deki yenilginin ardından 1783’te Rusya, Kırım’a el koyunca ilk muhacirler de İstanbul ve Anadolu’ya gelmeye başladılar. Yine Çar ordularının Kafkasları işgale başlaması, oradan Türkler gibi, Çerkez, Abaza ve Gürcülerin de Doğu Anadolu’daki en yakın bölgelere göçmelerine sebep oldu. Böylece 18. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen 200 yıllık sürede 10.5 milyon Türk ve Müslüman’ın göçe zorlandığı bunların yarısının terörist saldırıları ve yolculuk koşullarının kötülüğü sebebiyle yollarda öldükleri biliniyor.

YUNAN ÖRNEĞİNİN OLUŞMASI

1821’de başlayan Yunan ayaklanması, özellikle Mora Yarımadası ve Ege Adaları’nda Türkleri korkutup kaçırmak, göçe zorlamak taktiğinin örnekleşmesinin başlangıcını oluşturdu. Yunanlıların sistemli bir direnç düzenleyemedikleri daha çok terörist eylemlerle yetindikleri biliniyor. Olaylara şahsen tanık olan İngiliz tarihçi Georges Finley’in “History of Greece” adlı eserinde belirttiğine göre, 1821 ayaklanmasının ilk ayında çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 15 bin civarında Türk katledilmişti. İki ay sonunda bu rakam 30 bine ulaştı. Amacın önce talan, sonra da kalanları da bölgeden göçe zorlamak olduğu bellidir. 1821’de 23 yaşındayken Yunan ayaklanmasına gönüllü katılan, hatta kendisine generallik rütbesi bile tanınan George Jarvis adlı Amerikalının günü gününe tuttuğu anılarında da –ki Yunanistan’ın Selanik Balkan Araştırmaları Enstitüsü tarafından 1965’de basılmıştır – eylemlerin bir terörizm ve çapulculuk hareketinden ileri gitmediği açıkça belirtilmektedir:

“Özellikle Yunanlı denizciler talana dalmışlardı. Kazanç az gelince komşu adalara ve Anadolu sahillerine baskın yapıp Yunanlı ve Türkleri soyuyor, Türk haremlerini basıp esir aldıkları kadınları köle olarak satıyor ya da fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı.” ((s.171)

“Türkler Argos’ta yenilince, eşyalarını terk ettiler, tek amaçları talan olan Yunanlılar saldırıyı devam ettirmekten vazgeçip mallara üşüştüler, böylece dört bin Türk’ün kaçmasına izin verdiler.” (S.101)

“Yunanlıların ne istediklerini her yabancıdan daha iyi biliyorlar, sadece üç şey istiyorlar: Para, para, para… Bir önderin parası kalmazsa askerler onu bırakıp başkasına katılır, ya da ayaklanırdı. Öyle ki, kendi askerleri bile Jarvis’i kaçırıp Yunan hükümetinden fidye almayı hesaplıyordu.” (4.5.1824, s 232 ve 190)

“Her eyalette en az dört-beş tane iddialı lider var. Birbirlerine karşı duydukları şiddetli kin onları en acımasız davranışlara, ülkenin ve zavallı halkının harabiyetine sebep oluyor. Kareli’nin bereketli ovaları, Valtos, Xeromero ve benzeri yerlerin ekili bölgelerinde ayakta bir tek ev kalmadığı gibi, taşları da kalmadı. Ve bir zamanlar milyonların otladığı yerlerde şimdi tek bir koyun görülmüyor.” (Ekim 1824, s. 205)

Eylemcilerdeki bu aşırı çıkar ve yıkıcılık eğilimi sebebiyle Osmanlı ordusunun bastırma hareketini engellemeleri mümkün değildi. Dolayısıyla öldürdüklerinden daha çok kurban vermek durumunda kaldılar. Asıl önemlisi o çağda gerek Rum gücünün Anadolu ve İstanbul’da olmasıydı. Onlar katılmadan başarı mümkün olmazdı. 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal edip Rumları ayaklandırmak istediğinde karşı çıkan Ordodoks Patrikliği olmuştu. Kudüs Metropoliti Antimos tarafından hazırlanan ve Patrikhane tarafından yayınlanan “Didakhalia Patriki=Babaca Öğreti” kitabında Osmanlı Devletine bağlılık şöyle ifade edilmişti: “Osmanlı Sultanları Ortodoks Kilisesi’ni korumaları için Allah göndermiştir, Fransız devriminin şeytani sistemini benimsemeyiz.”

Bu konuda da Jarvis’in tanıklığı ilginçtir:

“Yunanlılar bir sürü Türk casusu ele geçirdiler. Hepsi de Yunanlı idi. Bazıları da Türk dinini kabul etmişti (…) İstanbul’dan 24 casusun geldiği söyleniyor. Birçoğu Yunanlı rahipler.” (Kasım 1822, s.127)

“Castri kasabasına gittim. Herkes benden şüphelendi, parçalayacaklardı. Türk casusu sanıyorlardı. Aralarında konuştular sonra pantolonumu indirip ‘sünnetli olup olmadığıma’ baktılar. O zaman serbest bıraktılar.” (17b7b1823; s. 177)

Bir Rus gemisi limana geldi ve İstanbul’da Yunanlılarla Türkler arasında büyük bir uyum bulunduğu haberini getirdi.” (24.9.1823; s. 177)

Jarvis, para almak için masum kimseleri Türk komutanlarına teslime kalkışan Yunanlı çıkarcılardan da bahsediyor ve para verip masumları kurtararak serbest bırakan Osmanlı yöneticilerini de şöyle değerlendiriyor:

“Bizim Yunanlılar arasında pek nadir rastladığımız gerçek Hıristiyanlara yakışır örneklere bazen Türkler arasında rastlıyoruz.” (1825 yılı başında Jarvis’in bin 100 savaşçısı ile birlikte esir edildiği ama İbrahim Paşa’nın hepsini serbest bıraktığı biliniyor. Üstelik ona yüksek bir ücretle kendi hizmetinde çalışmasını da önermiş.

Osmanlı’ya karşı savaşla bir sonuç alınamayacağını, anarşik ortamın kendilerini yıkacağını fark eden Yunun hükümeti çözümü Avrupa’nın müdahalesinde arar. Dolayısıyla İngiltere’ye başvurup himayesini ister. Esasen, asıl Yunan bağımsızlık hareketinin felsefesini yapanlar Avrupa’da yaşayan Yunanlılardı ve en büyük desteği de Türk düşmanlığı doruğa varmış ve “Türk geldiği yere Asya’ya dönmelidir” sloganını durmadan tekrarlayan Avrupa basınında alıyorlardı. Yayınlarında Yunanlıyı yüceltmek Türk’ü sürekli aşağılamak bir ilkeydi. Tabii ki, bol kanla başlatılan bu tür bir ayaklanmanın kansız bastırılması dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildi. Günahsız kadın ve çocuklara yönelik saldırıları sebebiyle aşırılıklar yapmış olanların daha da şiddetle cezalandırıldığı da inkar edilemez. Hatta bu arada bazı suçsuzların haksız yere kurban edildikleri de düşünülebilir. Ancak her suçun sadece Türklere yüklenmesi ve Yunan tarafının hep haklı sayılmasının objektif bir bakışla hiçbir alakası yoktu.

AVRUPA BASINININ GÜDÜMÜNDE

Yirmi beş yıl süren Fransız Devrimi savaşlarıyla kana bulanmış Avrupa, Napolyon’dan sonraki Avrupa haritası için Osmanlıyı da dahile ederek “statükonun bozulmaması” kararını almıştı. Ama hükümetlerine karşılık bu basının durmadan tahrik ettiği kamu oyları sonunda istediklerini kabul ettirdiler. Önce 1827’de dostmuş gibi yaklaştıkları Osmanlı donanmasını, İngiliz-Fransız-Rus gemilerinden oluşan Haçlı donanması Navarin’de yaktı.  Arkasından Ruslar, Balkanlar indi. 1829’da Edirne’yi aldı ve İstanbul’u ele geçirmeyi hesaplarken diğer Avrupalıların müdahalesiyle, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek koşuluyla Bâbıâli barışa razı oldu. O andan itibaren kurulan Yunan devletinin politikası, Balkanlarda Rum çoğunluklu bölgelerdeki Türkleri göçe zorlamak için terörist eylemleri şiddetlendirmek olmuştur. Hatta “Megali İdea”yı oluşturup, Bizans İmparatorluğu’nu canlandırma hayalini bile kurdular. Açıkçası taktikleri şiddetlenerek devam etti.

Osmanlı yönetimi altındaki etnik grupların 60’dan fazla olduğu hesaplanmıştır. Bunlardan Balkanlıların diğer iddialıları da Yunanlılardan farklı değildiler. Hiçbirinin tek başına Osmanlı’yla baş etmesi mümkün değildi. Bu yüzden Yunan örneğine bakarak hepsi Avrupalıların desteğini sağlamanın yollarını aradılar. En kolay yol, tıpkı 1821’in 26 Mart’ında Yunanlıların başlattıkları Türk katliamına benzer şekilde, sivil halka saldırı düzenlemekti. Avrupalı çevreler bunları bağımsızlığını arayanların hakları olarak sayıp yermiyor, ama öldürülenlerin intikamını almaya kalkışan Türk ve Müslümanlar aleyhine her seferinde yoğun kampanya sürdürülüyordu.

1830’da Cezayir’e el koyunca Fransa, Cezayir Ocağı’nın 12-15 arasındaki Türk kadrosunu gemilere doldurup Anadolu’ya göndermiştir. Ama, bu arada Avrupa’dan kaçan Polonyalı ve Macarların bağımsızlık mücadelelerine devam edebilmek için Osmanlı topraklarına sığınmalarının sempatiyle karşılandığını söylemek mümkün değildir. Öbür yandan Kırım Savaşı’nın (1853-56) arkasından Kafkasya’dan çok sayıda Müslüman tekrar Anadolu’ya geldi. Bunların uğradıkları saldırılara, çektikleri ıstıraplara Avrupalılar pek az ilgi göstermişlerdir. Rusların Orta Asya, İngilizlerin Hindistan, Fransızların Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkeleri sömürgeleştirdikleri bir dönemde Haçlı Seferi’nin Osmanlı’ya yönelmesi mantığı giderek kökleşiyordu.

1856’da Islahat Hattı Hümayunu’yla Osmanlı’da Müslim-Gayri Müslim eşitliğinin ilan edilmesinin arkasından sağlanan haklar, ayrılıkçı eylemleri daha da artırdı. 1860’da Suriye’de İngiliz destekli Dürzilerle Fransız destekli Marunilerin kanlı çarpışması, Avusturya ve Rusya destekli Sırplarla Karadağlıların saldırıları, Eflak ile Buğdan’ın (Memleketeyn) Romanya adı altında birleşmesi, nihayet 1866’da Giritlilerin Yunanistan’la birleşmesi kararı alıp adadaki Türklere karşı terörist eylemleri artırmaları, ortalığı büsbütün karıştırdı. Artık mücadele Balkanlarda değil, Avrupa’nın hükümetleriyle, tarihindeki en dinamik dönemi yaşayan basını arasında cereyan ediyordu. Kapitülasyon haklarıyla giderek daha önemli imtiyazlara kavuşan hükümetler, bağımsızlık kazanacak uluslara kapitülasyon hakkı vermenin çıkarları aleyhinde olacağını görüyorlardı. Osmanlı’nın yaşayıp kendi adlarına jandarmalık yapması daha çok işlerine geliyordu. Ayrıca teşvik edilecek terörist eylemlerin ülke ve sömürgelerinde de yankılanabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla, Avrupa hükümetlerinin ihtiyatlığını fark eden Balkanlı bağımsızlık eylemcileri çabalarını, Türk düşmanlığı ile yüklü kamuoylarını kışkırtacak ve ırkçı üstünlük tezlerini yoğun şekilde kullanmaya başlamış olan basına malzeme sağlamaya yönelttiler. Kendi yaptıklarını görmezlikten gelmeyi ilke edinmiş bu basının Türk düşmanlığını körükleyeceğinden emindiler.

Fransa’nın en önemli yayınlarından olan L’IIIustration’un 30 Ocak 1869 tarihli sayısında Richard Cortambert imzasıyla yayınlanan makale bu açıdan ilginç bir örnektir. Yunanlıların Girit eylemini durduran Avrupa hükümetleri olmuştu. Donanmalarıyla başlıca Yunan limanlarını kontrole alıp Girit’e silah yardımlarını engellemekle kalmamış Türk egemenliğini de onaylamışlardı. Cortambert yazısında Osmanlı’nın bir bütünlüğü bulunmadığını “Bu imparatorluk ahenksiz ve kötü birleştirilmiş bir Arlequin, İtalyan tiyatrosundaki soytarı tipidir. Gömleği, küçük küçük farklı renklerde kumaş parçalarının yan yana dikilmesinden oluşmuştur. Ve yazar devam eder:

“Artık diplomasi gözlüğünü bırakalım. Sorunun çözümü çok basittir. Bir yanda genç, dinamik, bağımsızlık ruhuyla hareketlenen uluslar var. Öbür tarafta cahil ve bağnaz birkaç bin Yeniçeri tarafından korunan ceset gibi bir şey. Sözüm ona Avrupa dengesi adı verilen bir gudubetliğin bizi maalesef alıştırdığı bir davranışla, şimdiye kadar ölüyü diriltmek ve sadece yaşamak isteyen kişileri öldürtmek için gayret sarf ettik. Bu artık çok uzamış bir şakadan başka bir şey değil. Türkiye halklarını serbestçe davranmaya bırakınız, bu haklarıdır; kendilerini rahatsız eden yükten kurtulmayı bileceklerdir.

TÜRKLERİN AVRUPA’DA YERLEŞMEYİ BECEREMEMELERİ

 (…) Tataristan’dan çıkmış olan Türklerin beyaz ırkla ilişkileri sadece kadınlar aracılığı iledir. Haremlerine güzel Çerkezleri ve Gürcistan’ın hayran olunacak kızlarını doldurup, tamamen Moğol örneğine bağlı ilkel tiplerini değiştirdiler. Üstün anlamına gelen Türk ismini aldılar ve kahramanlıklarından biri olan Osman adına Osmanlıyı da benimsediler. Avrupa toprağına yerleştikten sonra sayıları ne azaldı ne çoğaldı. Bu garip bir şeydir. Belki de milletler tarihinde eşi görülmemiş bir oluşumdur. Chateaubriand doğru söylemiştir: Türkler Avrupa’da konaklamış ama asla orada yerleşmeyi becerememişlerdir.”

   Sadece ırkçı bakışla değil, yaklaşık yarım yüzyıl önce ortadan kaldırılmış Yeniçeriliğin hâlâ varlığını ileri sürerek, Osmanlıyı değerlendirmek önyargının derecesini gösteriyor. Bu alışkanlık daha sonraki değerlendirmelerde aralıksız devam etmiştir.

HARİTA’NIN YAZISI

L’IIIustration’un makalesine eklenmiş haritada ırklara göre bir ayırım yapıldığı dikkatleri çekmektedir. Slavlar adı altında Sırplar ve Bulgarlar var. Greke-Latinler’i Yunanlılar, Romenler, Vlahlar ve Arnavutlar oluşturuyor. Tatarlar grubunda Türkler ve Tatar Nogaylar var. Diğer ırklar olarak Ermeniler ve Çingeneler belirtilmiş. O çağa kadar ayırımı hep din üzerinden yapmaya alışmış Avrupalıların İslam ve Katolik/Ortodoks ayırımıyla Hıristiyan bölgelerini belirtmek işlerine gelmeyince ırkçı bir tanımlamaya yöneldiği fark ediliyor. Aksi halde, Arnavutluğun büyük kısmını Bosna’yı Müslüman göstermesi, yazıdaki Türkler Balkana yerleşmeyi becerememişlerdir tezini yalanlayabilirdi. Haritada, Türk nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Manisa, İzmir, Aydın, Bursa gibi vilayetlerin bile Rum çoğunluklu gösterilmesi, hele İzmit’te Ermeni çoğunluğu varmış gibi işaret edilmesi, Balkanlılara haklılık kazandırmak için her çareye başvurulduğunu gösteriyor. Biz haritanın orijinalinden sadece Türklerin çoğunluk oluşturduğu ileri sürülen yerleri işaretleyerek bu haritayı aktardık.

GÖÇ SUÇ MUDUR?

Göçün bütün insanlık tarafından doğal kabul edilen bir oluşum olduğunu Encyclopaedia Britannica şöyle anlatıyor:

“İnsanlık tarihi için pek kısa olan 400 yıllık bir sürede Amerikalılar, Avustralya, Okyanusya ve Asya’nın kuzey kısmıyla Afrika’nın bir kısmı Avrupalı göçmenler tarafından kolonize edilmiştir. Avrupa haritası da bir sürü göçün ürünüdür. M.S. 900’cü yıla girildiğinde Berlin’de bir Alman, Moskova’da bir Rus, Budapeşte’de bir Macar yoktu; Madrid bir Moore (Arap) yerleşim merkeziydi; Ankara’da yaşayan Türk yoktu ve şimdi İstanbul diye adlandırılan şehirde bulunanların bir kaçı da sadece esir ya da paralı asker idi…”

(Yazı ve Fotoğraflar:Orhan Koloğlu-Süleyman Boyoğlu)